15 Mart 2012 Perşembe

sevgili peygamberim-4



Mekke'de Safa tepesi civarındaki Haşimoğulları mahallesi; bugün "Mevlid Sokağı" denilen baba evinde yaradılmışların en üstünü alemi aydınlatırken bu mes'ud anın şahidleri de vardır: Doğumdaki hanımların biri, Peygamberimizin halası Safiye hadun'du. -O'nun doğumunda Amine'nin evinde idim.Altı ayrı mucizeyi yaşadım. -Doğar doğmaz başını yere koyup Rabbine secde etti. -La ilahe illallah ini Resulullah, dedi. -Sacdede bir şey söylüyordu sanki. Yaklaşıp dinlediğimde "Ümmetim, ümmetim" dediğini işittim. -Orada öyle bir nur parladı ki her taraf ışık içinde kaldı. Yavruyu yıkamak istediğimde; "ey Safiye zahmet etme; biz O'nu yıkanmış olarak gönderdik.!" şeklinde meçhul bir duydum. -Sünnet olmuş ve göbeği kesik idi. -Kundak yapacağım sırada sırdında bir mühür gördüm. Kürek kemiklerinin arasında ve iri bir ben büyüklüğünde olan bu mühürde tüylerle. "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah yazılıyordu.  O gece ben de Amine'nin yanındaydım. Doğum sırasında bir an semaya baktım. Yıldızlar yeryüzüne el uzatıp toplanacak kadar yakındı. Doğumu takiben dört yanımızdan öyle bir nur fışkırdıki her şey kayboldu; bir nur denizinde gibi idik". Bunlar da Osman bin ebi As'ın annesi Fatıma-i Sekafi hanıma ait cümleler. şifa hatun ise efendimizin ebesi... elime geldiğinde yalvarıp durmaya başladı. Bu sırada gaibden bir ses duydum: (Yerhümüke Rabbüke) hitabı ile bebeğe dua etti. Ve derhal bur nur zuhur etti. Bu nur sebebi ile bir anda çatı ve duvarlar yok oldu. Dünyanın bir ucundan öbür ucuna her şey gözümüzün önünde idi. Binlerce kilometrelik uzaklıktaki Şam'ın köşkleri açık-seçik görülüyordu. Korkup titremeye başladım Ötelerden sesler geliyordu: -Bu güzeller güzeli çocuğu nereye götürelim? -Bir tahtı revana bindirerek bir göz kırpacak zamanda bütün bürek yerleri gezdirip getirelim. Bu konuşmanın ardından sakinleştim. Biraz sonra yeniden sesler duyuyordum: -Bu göz nuru çocuğu nereye götürdünüz? -Doğunun bütün kudsi makamlarını gezdirdik. İbrahim aleyhisselam, O'nu bağrına basıp dua ettikten sonra şöyle dedi: "Ey evladım! dünya ve ahiretin izzet ve şerefi sana verildi. Sana ne mutlu. Peygamberliğini tasdik ve yolunu tercih edenler kıyamet günü seninle birlikte dirilecektir." Bu işaretlerin ilahi manalar taşığı belli idi... "Acaba ne olacak?" diye yıllarca merak ettim. Nihayet peygamberliğini açıklayınca o ihtiyar yaşımda hiç duraksamadan tebliğ ettiği dini kabul ettim ve ilk mü'minlerden oldum. Abdulmüttalib, eve geldiğinde doğumun üzerinden üç gün geçmişti. Çocuğu görüp sevdi ve gelini ile hangi ismi koyacaklarını konuştu... Amine, hamile iken gödügü rüyada: "-Sen, insanların en hayırlısı ve kainatın efendisine hamilesin. O- dünyayı zinetlendirdiği zaman "hasedçilerin şerrinden korunması için bir olan Allah'a sığınım" diye dua et ve Ahmed ve Muhammed ismini ver" dendiğini anlattı ve kindisinin Ahmed'i tercih ettiğini söyledi; anne, devamla doğum sırasında gördüğü harikuladelikeri naklediyor: O anda her taraf nurla dolu ve gözümden perde kalkmış; uzaklar yakın olmuştu. Şam ve Busra'nın çarşı ve sarayları; hatta Busra'nın develeri gözler önünde. Dede ise yavruya Muhammed ismini koydu. Böylece ilahi murad yerini buldu ve O'na o güne kadar kimseye nasip olmamış bir isim verildi. Abdülmuttalib, torununun doğumu şerefine yedinci gün bütün Mekke halkına üç gün süreyle ziyafet verdi. Bu ziyafetten başka bir de her mahallede develer kestirdi. Yemeğe gelenler "Muhammed" ismini duyunca atalarında böyle bir geleneğe tesadüf edilmediği için sebebini sormaktan kendilerini alamadılar. Dede: -Yerlerde ve göklerde tanınsın ve övülsün istidim; ve bu ismi koydum. Daha sonra torununu alarak Kabe-i şerif'e götürdü. Yavrucak dedenin kollarında mışıl mışıl uyuyor. Abdülmuttalib, ziyaret ve duadan sonra yetime içli bir şiir söyleyerek sevgili efenidimizi annesine getirdi ve gelinine: -Ey benim asil gelinim, çocuğu iyi koru! torunumun şanı yüce olacaktır. Dikkatin hep üzerinde olsun! Aman gafil olmayasın! tenbihinde bulundu. Peygamberimizin dünyayı teşrif etmelerinin ertesinde yahudilerde telaş ve üzüntü müşahede ediliyordu. İsmi "Ahmed" olan ahir zaman peygamberinin doğacağını tevratta okuyor, alimlerinden dinliyor, kahinlerden haber alıyor ve doğumun vukuuna dair emareleri gözlüyorlardı... Beklenen yıldız doğmuştu. Acaba dünyaya gelen bebekte öbür işaretler de varmıydı? ... evet onlar da vardı. Gelen haberlerde çocuğun, nur yüzlü, sünnet olmuş ve göbeği kesik oldu4u bildiriliyor; bir bulutun gelerek kendisini götürdüğü ve üç gün halka gösterilmediği ilave ediliyordu... -Tevratın yazdıkları doğru çıktı, dedi yahudi alimleri... Bir musevi ise çocuğu görmek istedi... Hane-i saadete geldiler. Bebeğin gözlerine bakar bakmaz adam, kendini kaybetti. Aklı başına gelip yerden doğrulurken hazır bulunan Kureyşlilerin alaylı alaylı güldüklerini görünce öfke iele bağırdı: -Ey Kureyş mensupları! Ey Kureyşliler! Tevrat hakkı için söylüyorum; bana kulak verin! Gördüğünüz bu çocuk işte o peygamberdir. İsmi maşrıktan mağribe kadar yayılacak ve sizi... evet, sizi kılıçla yola getirecektir! Nübüvvet, israiloğullarından gitti artık, kahkahalarınıza devam edebilirsiniz!. diyerek orayı terketti. Yine aynı günlerde bir sabahın er vaktinde bir tepede bir grup yahudinin feryadu-figanına şahid olunuyordu... ortada bir yadi, çevresinde dindaşları bir söylüyor, bin döküyorlardı. Görenler şaşkın: -Hayrola, ne oldu, ne var böyle kendinizi paralıyorsunuz? -Ah, aah!.. beklenen gün geldi; kızıl yıldız göründü. Bu yıldız ne zaman doğsa bir peygamber dünyaya gelir. Demek ki, Muhammed doğdu. Daha ne olsun? Peygamberlik bizden gitti. Soranlar gülüşerek yanlarından ayrıldılar. Musevilerin ağızlarını bıçak açmıyordu. Bir yahudi, yolda Abdülmuttalib'i gördü: -Ey Kureyş reisi, çocuğa ne isim verdiniz? -Muhammed... -Öyle mi! demek öyle? diyerek mırıldandı... Paygamber olduğuna dair üç delil bir araya geldi; kızıl yıldızın doğması, isminin Muhammed konması ve üçüncüsü de asil bir aileden olması. Aynı günlerde Medine sokaklarında da bir yahudi saçını başını yoluyordu. Evet, O ebedi sultan doğdu.... O doğdu; Şam'da bin seneden bu yana akmayan Save nehrinin kuru yatağı su ile doldu, taştı. O doğdu; ateşgedenin söndüğü gece İran hükümdarı Kisra'nın eşsiz güzellikteki sarayının ondört kulesi yıkıldı. O doğdu; doğduğu gece Kisra'nın sarayının kulelerinden başka Dicle kıyısındaki nefis sulara battı ve Kisra, canını zor kurtardı. O doğdu; devrin ileri gelenleri garip garip rüyalar gördüler. Rüyaların, Şam'an Irak'ın, İran'ın,Dicle'nin, Fırat'ın İslamın mülkü olacağını haber verdiğine dair en namlı kahinler yorumlar yaptı. O doğdu; insandan gayri bütün mahlukat O'nu emzirmek için yarışa girdi. ...Ve O doğdu; büyücüler gelecekten haber vermezler oldular. Aleyhissalatü vesselam. Doğumu ile cihanı aydınlatan o nura selam olsun. O doğmasaydı; Ya O doğmasaydı!.. Biz ne olurduk? SÜTANNE CANIM KURBAN OLSUN SENİN YOLUNA ADI GÜZEL, KENDİ GÜZEL MUHAMMED (Yunus Emre) Beni Sa'd aşireti,arablar arasında şeref ve cömertliği ile nam yapmış bir kabile; arapçayı çok mükemmel bir şekilde konuşmaları ise diğer meziyetleri. Peygamber efendimizin doğduğu tarihlerde görülmemiş bir kuraklık ve bu kuraklıkla gelen kıtlık,Beni Sa'd yurdu Badiye taraflarında ne varsa silip süpürmüş. Midelere günlerce bir şey girmediği vaki. Anneler, çocuklarını doyuramıyor. Ağaçlar dahi kupkuru. Açlık, böyle herkesi dize getirmişken bu kabilemin Züveyb oğullarından Halime ismindeki hanım, bir çocuk doğurdu. Ama kadıncaız bitkin. Doğum rahatsızlığı ve açlık, kolunu kanadını kırmış... beden ve şuur uyuşmuş gibi. Günlerdir aç. Yerle-gök, gece ile gündüzü ayıramaz halde. Böyle iken yine de sızlanmıyor. Allah'tan gelene razı. Tevekkül ve teslimiyet içinde. Halime, bir gece sahrada bitkinlikten uyuya kaldı. Gökyüzünde ışıl-ışıl yıldızlar kaynarşırken O, başını koyduğu kumlarda bir rüya görüyor: "Bir adam, önce kendisine buz gibi bir su veriyor ve sonra soruyor: -Beni tanıdın mı? -Hayır! -Ben, senin sıkıntılı zamanlarda ettiğin hamd ve şükürüm. Ey Halime; Mekke'ye git! Oraya gidersen kazancın çok yüksek olacak; bir nuru evlad edineceksin, dedikten sonra rızkının bolluğu, sütünün çokluğu için dua etti." Uyandığında karnında bir tokluk ve halinde bir dinçlik hissetti. Ancak; kabile mensublarının, açlıktan çıkardığı iniltiler insanı, perişan ediyordu. Halimelerin çelimsiz bir merkeb, sütü çekilmiş bir deve ile bir miktar koyun ve keçileri bütün servetlerini meydana getiriyor. Halime'nin sütü, yeni doğmuş olan Damra'ya yetmediğinden bebek aç kalıyor ve ağlaması ile anneyi geceler boyu uyutmuyor. .................. Beni Sa'd aşiretinin çocuk emziren hanımları, ilkbaha ve sonbaharda Mekke'ye iner; her kadın bir bebek alır, ona sütannelik eder, terbiye ve yetişmeleri ile meşgul olur; Badiyenin güzel suları ve kekik kokan yayla havasında serpilip gürbüzleşen çocuklar, bir kaç sene geçince ailelerine geri verilir ve karşılığında bol kazanç elde ederlerdi... bu, öteden beri sürüp gelen bir adetti. Böylece hali vakti yerinde olan aileler, çocuklarını Mekke'nin bunaltıcı havasından kurtarak, daha iyi bir iklimde ve mürebbiyeler nezaretinde büyütürlerdi... O günlerde kabilenin genç hanımları, sütannelik yapacakları bebek bulmak üzere Mekke'ye doğru yola çıkma hazırlığında. Kafileye katılan Halime ve kocası, yanlarına çocukları ile merkep ve deveyi de aldılar. ................... Kervan, kona-göçe şehire doğru yürürken, gaibten bir ses geliyor: -Ey Beni Sa'd kadınları, çabuk olun; çabuk olun ki Mekke'de doğan eşsiz çocuğu göresiniz. Bu sözleri duyan Beni Sa'd'ın genç hanımları daha hızlandılar. Halime, merkebin üstünde, önünde Damra. Hayvan açlıktan zor yürüyor. Bitkin ve mecalsiz. Haris, hanımını uyanıyor: -Gayret, daha çabuk Halime! Kervanın şehre varmasına bir şey kalmadı; bizse hala buradayız. Öbür kadınlar eşraftan çocukları alacaklar. Korkarım eli boş döneceğiz. Sonra müteessir olursun. Halime hatun, ne kadar uğraştıysa arkadaşlarına yetişemedi. O, böyle yolları aşmak için didinirken, sağından solundan sesler geliyor. Yine meçhul, yine ümid veren yeni heberler taşıyan sesler: -Müjdeler sana Halime! O nuru emzirme saadeti senin olacak... Kervan, arayı açmıştı! Halimeler çok geride. Bir dağın eteğinden geçiyorlar. Sarp dağ yarığından upuzun boylu biri, Halime'ye görünüyor. Elinden bir mızrak var. Halime ürküntülü. Adam elini merkebin üstüne koyarak konuşuyor: -Ey Halime; Hak teala sana müjdeler yolladı. Ben seni şeytandan ve düşmandan korumakla vazifeliyim... Mızraklı şahıs kayboluyor. Halime kocasına: -Benim görüp işittiklerimin farkında mısın? -Değilim ama korkular geçirdiğini anlıyorum. Şimdi, kervandan iyice kopmuş olan karı-koca, deve ve merkeplerine az daha hız vermeyi başararak, geceyi Mekke'ye üç kilometre kadar mesafede olan bir handa geçirdiler. Yorgun yolcular, erkenden yataklard. Halime, yine bir rüya görüyor. baş ucumda yeşil bir ağaç. dalları ile O'nu gölgeliyor. Ağacın ortasından ikinci bir ağaç uzuyor; bol meyveli bir hurma bu. Beni Sa'd kızları Halime'nin etrafında pervane olmuş dönüyor ve bir taraftan da tatlı tabessümlerle O'na iltifatlar yağdırıyorlar. -"Sen bizim melikemizsin, sen bizim sultanımızsın." İkinci ağaçtan bir hhurma tanesi yanına düşer. Hurmayı alıp yiyen Halime, ondaki lezzeti efendimizi emzirinceye kadar, damağında duymaya devam edecektir. Rüyayı kimseye açmaz. Belli ki bir şeyler olacak, bir şeyler yaşanacak. Meshul sesler, yalnız O'nun gözüne görünen insanlar, tadı uyanıkken de devam eden rüyalar!.. Bu sebeple rüyasını açıklamaz; herşeyi seyrine bırakır. Ertesi sabah bir Pazartesi. Yine yoldalar. İşte, Mekke, kerpiç evleri ile yavaş yavaş ufuktan yükseliyor. Cenab-ı peygamber sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, dünyaya gelince kendilerini ilk bir hafta kadar anneleri; dört aya yakın da Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe hatun, oğlu Meshur'la emzidi. Ebu Leheb, dünyaya gelen inci tanesinin amcası Süveybe, mevlid vuku bulunca, hemen efendisine koşarak "bir yeğeniniz oldu" diye müjde veriyor. İleride amansız bir İslam düşmanı kesilecek olan Ebu Leheb, sevinçli. Bu sevinç sırf akrabalık sebebiyle de olsa, Habibullah'ın dünyayı teşrifine sevinmesi O'nun, cehennemde Pazartesi günleri azabının hafiflemesine yol açacak; ve yeğeninin doğum gününde, parmaklarının rasından akan suyu emerek sükunet bulacaktır. Evet! Ebu Leheb keyifli. Bir yeğeni olmuş; sülelesi bir kişi daha kazanmıştır. Bu keyifle Süveybe'yi azad etti. Süveybe, artık hür bir kadan. Sevgili Peygamberimizin alemlere rahmet oluşundan ilk istifade eden insanlardan biri sütannelerden Süveybe Hatun. daha önce Hazret-i Hamzay'ı sonradan da Ebu Seleme'yi emziren şanslı kadan. Ancak O mübarek çocuk, her Mekke'de kalamaz. Adet gereği O'nun da gelen süt annelerden biri ile anlaşılarak yaylalara gönderilmesi lazımdır. Abdülmuttalib, Kureyş'in emiri olsun da torununu bunaltıcı Mekke sıcağında büyütsün. O narin yavru, bu iklime nasıl dayanır; kendisi nasıl tahammül ederdi?!.. Nitekim asil insanlar diyarı Beni Sa'd'dan çocuk arayan hanımlar da gelmemişmiydi? Muhammed aleyhisselam'ı hemen bütün hanımlara teklif ettiler; ama babasının hayatta olmadığını anlayınca "hem babası yok, hem malı; anne ile dede ne verebilir ki" diye düşündüklerinden iki cihan Sultanı'nı kabul eden olmadı. Herkes, babası zengin çocuk peşinde; herkes, babadan ücret bekliyor. Halbuki O yetimin ücretinin madde ile ifadesi mümkün değil. O'nun mükafatını Allahü teala, ihsan edecektir. Her Beni Sa'd'li hanım, iyi halli bir aile çocuğu bulduktan nice sonra Halime ve kocası Mekke'ye gelebildiler. Üstelik Damra da hasta. Hatta hayatından ümid kesmek üzereler. Fakat Mekke'ye vardıklarından yavru gözlerini açar ve annesine gülümser. Halime hatun, Damra'yı kocası ile kızı Şeyma'ya bırakarak şöyle hali vakti yerinde bir ailenin çocuğunu aramaya koyulur... ama ne gezer. Arkadaşları, ne kadar zengin çocuğu varsa alıp götürmüşler. Halime üzgün. Hatta geldiğine, bu kadar meşakkati çektiğine pişman. İyi de Halime, niçin duyduğu sesleri, gördüğü adamı, gördüğü rüyayı hatırlamaz? Badiye Yaylası HAZRETİ HAK OLUNCA MEDDAHIN NİCE MEDH EYLEYE, SENİ YAHYA (Şeyhülislam Yahya Efendi) Emzirecek çocuk almamış olan hanım kaldı mı? Halime hatun, çaresizlikten tan bunalmış bir anda iken karşıdan gelen yaşlı biri böyle sesleniyordu... Badiyeli hanım duraladı. Ümid ve itimad veren tavrı; soylu hali ile dikkati çeken bu adam kim ki? yanındakilere soruyor: -Kim bu zat? -O Kureyş'in efendisi Abdülmuttalib'dir. Verilen bu bilgi üzerine Halime, Abdülmuttalib'e giderek kendisini tanıtıyor ve çocuk bulamadığnı arz ediyor. Yaşlı adam, hanımın ismini Halime ve aşiretinin Beni Sa'd olduğunu işitince tebessüm ederek: Sende iki haslet biraraya gelmiş kızım,diyor. İsmin yumuşaklık, aşiretin mübarek manasını taşıyor. Zaten bu dünya ve öte dünyanın kıymeti bu iki güzelliktedir... ey Halime! Benim yetim bir torunum var. senin bütün arkadaşlarına söyledim, babası olmadığı için almadılar. Emeklerinin boşa çakacağını, ellerine birşey geçmeyeceğini tahmin ediyorlar, yanıldılar tabii. -Efendim müsaade ederseniz kocama gidip danışayım. -Serbestsin. Seni asla zorlamıyorum, diyen gün görmüş ihtiyar, Badiye'li kadına izin verdi. Bir solukta kocasına gelerek vaziyeti anlattı. Halime'nin yeğeni de o sıraa yanlarına gelmişti. Haris, hanımı dinledikten sonra: -Halime hemen git ve o çocuğu getir! Allah, bekli de o yetim sebebiyle bize hayır ve bereket verecektir. Başkalarının almasından endişeliyim; vakit kaybbetme. Fakat Halime'nin kardeşioğlu zihin bulandırdı: -Yazık oldu. Beni Sa'd'ın öbür kadınları, hizmetleri sonunda yüzlerini güldürecek evlerden çocuklar topladı; siz ise kendinize yük olacak babasız birini alıyorsunuz, demez mi! Halime, bir an tereddüde düştü... gitse mi, gitmese mi? Ses kafasında yaklaşıp uzaklaşıyor "yük olacak babasız biri..." O böyle kararsız iken kalbine bir ilham doğdu. -"Eğer o yavruyu kabul etmezsen ölünceye kadar iflah olmazsın..." Halime, düştüğü vesveseden hemen sıyırılarak niyetini bozan genci cevaplandırdı: -Arkadaşları birer çocukla giderken Halime'nin eli boş dönmesi yakışır mı? Vallahi O'nu alacağım. Varsın babasız olsun; dedesi de mi yok? O zatın büyük bir insan olduğu belli. Rüyamın müjdeler taşıdığı inancındayım, aklımı çelme!... Bunu der demez, doğru kendisini beklemekte olan Abdülmuttalib'e koştu ve çocuğu götüreceğini söyledi. -Ey Halime oğlumu emzirmeyi kabul ettin, öyle mi? -Evet kabul ettim! Dedenin içi sevinçle doldu. Hemen şükür secdesine vardı, torunu ile Halime hatun'a dualar etti ve sütanneyi, özanneye götürdü. Eve girdiklerinde yüzü ayın ondördü gibi nurlu Hazret-i Amine'yi gören Halime'nin gözleri kamaştı. Abdülmuttalib, Misafiri gelinine takdim ediyor. Aziz anne, Halime'yi sıcak bir alaka ile karşılayıp, izzet ikram ettikten sonra bir ara: -Üç gün önce bana biri gelerek "Oğluna sütanneyi Beni Sa'd kabilesinin Züveyb oğullarından tut" diye tenbihledi. Siz kimlerdensiniz? Halime: -Beni Sa'd bin Bekr Kabilesindenim. Babam Züveyb oğullarındandır. Bunun üzerine Hazret-i Amine, misafirinin elinden tutup yavrusunun olduğu odaya götürür... sütanne, nebiler sultanını gördüğü ilk anı bilahere şöyle tasvir edecektir. Süt gibi beyaz bir sofa sarılmış; altına bir yeşil ipek kumaş serilmişti. Sırt üstü uyuyan yavrunun güneş gibi parıldayan yüzünden başka, alnında nur-u ilahi görülüyor ve bebekten misk kokusu geliyordu. Yumuşak adımarla yanına sokuldum. Uyandırırım diye korkuyordum. O'na bir can ve bin gönülle aşık oldum. O sırada bütün damarlarımdan göğsüme süt aktığını duyuyordum. Elimi mübarek göğsüne koyarak severken uyandı; gözlerini açıp bana baktı ve gülümsedi. Böyle güzel yüzü ömrümde görmemiştim. Gözlerinden çıkan bir nur, göklere yükseldi. İki kaşının arasını öptüm. Berrak gökler misali aydınlık yüzünü örterek, incitmeden kucağıma aldım. Sedire oturup sol göğsümü verdim, almadı; sağımdan emdi ve daha sonra da bir gün bile solumdan emmedi. Sol göğsümü süt kardeşi Damra'ya bırakmıştı. Peygamberimiz, doymadan, damra annesinin yanına gelmiyor. Halime Hatun emzirme sonrasında, kainatın efendisinin ağzını silmek istediği her defasında görünmez pamuk ellerin bu hizmeti yaptığını hayretler içinde takip ediyor. -Benden ilk emdiğinden neş'e ve saadetimden kendimi zor tutuyor ve süt evladımızı bir an evvel kocama götürmek istiyordum, diyen Halime Hatun, Abdülmuttalib'in şu iltifatını naklediyor: -Hanımlar içinde senin gibi bir devlete kavuşan olmadı! Tebrik ederim! Annelerin en üstünü, Halime Hatun'a: -Aman, der, haberim olmadan yola çıkmayın. Zira çocuğa dair bir çok akıl almaz vak'alar yaşadım. Halime anne: -Peki efendim, diyerek mübarek yavru ile beraber kocasına gider. Haris hayran, memnun ve: -Ey Halime şu yaşıma kadar kimsede bu kadar güzel yüz görmedim, diyerek şükür secdesinde. Uyanık kalbli Haris ve hanımı bir yer bularak Mekke'de üç gün kalırlar. Halime hatun, iki çocuk emzirdiği haled, hayret, sütünde hiç eksilme yok. Deve de süt vermeye başlıyor. Üçüncü gece süt anne birara uykudan gözlerini araladığında beşiği bir ışığın çevrelediğini ve şil elbiseler giymiş nur yüzlü birinin bebeğin baş ucuna oturmuş olarak yüzünü öptüğünü görür ve kocasını sessizce uyandırarak mansayı ona da gösterir. Haris gözleri beşikte olduğ uhalde fısıltı ile: -Halime, bu çocuğa dikkat etmek lazım. Sütanneliğe gelenlerin içinde bizden şanslısı yok, der, ve devem eder, olanları kimseye anlatma; böyle şeyleri saklamak lazımdır. Halime hatun her üç gün de Hazret-i Amine'ye gelerek şahid olduğu hadiseleri anlatıyor; O'ndan benzerlerini dinliyor ve her defasında özanne, sütanneye çocuğun iyi muhafazası ricasını tekrarlıyor. -Nihayet birgün Amine Hatun'a giderek müsaade alıp veda ettim. bana bir çok hadiyeler verdi ve emsalsiz yavruyu güzel yetiştirmem dileğini vasiyeti olarak bildirdi. Halime hatun ve kocsı, rüyada işaret edilen çocuğa kavuştuklarından emin olmanın tarifsiz huzuru içindeler. Sütanneler kervanı, dönüş yolunda, Halime Hatun, kainıtın baş tacı kucağında olduğu halde bir merkebin üzerinde: Daha sonra bu yolculuğu şöyle hikaye ediyor: Mübarek yavru ile birlikte merkebe bindiğimizde hayvan önce yüzünü Kabe-i Şerif'e çevirdi ve yıldırım gibi yola koyuldu. Gelirken ite kaka zorla sürdüğümüz merkebin bu çevikliği karşısında arkadaşlarım şaşırdılar. Bir kısmı: -Halime neler oluyor ayol? Yetişemiyoruz. sana. Şunun yularını braz dizginle de kavuşalım, diye seslenirken, bazıları: -Bu hayvan, Mekke'ye gelirken kendini bile taşımaktan aciz merkep değil mi yoksa? diyorlardı. Benden: -Evet aynı merkep, cevabını alınca da zeki kadınlar: -Bunda bir sır olmalı, diyorlardı. Artık Mekke gerilerde... Kervan, kıvrılan patikada ahenkli adımlarla Badiye yolunu katederken Halime adeta, arkadaşlarından ayrı bir alemde yol alıyor. Tabiat, elem verici bir halde. Yer demir, gök bakırcasına her taraf kupkuru.Ama, kervan nereye konsa çevresinden hayat fışkırıyor. Biraz evvelki göz bıktıran, gönül yıldıran manzara, yerini zümrüt renkli bir iklime bırakıyor. Yorulacak kadar gittikten sonra bir münasip yerde yine mola verdiler. Daha önce başkaları da gelmiş. Bir de ihtiyar bir adam var. Kadınlar, Halime anneye görüp işittiği garip halleri yaşlı kişiye akratmasını rica ediyorlar. Zira hepsi merak içinde. -Efendim, izin verirsen sana bir şey arzetmek isterim. -Söyle!... Kalabalık, Halime ile ihtiyarın etrafını almış ağızlarının içine bakıyorlar: -Kucağımdaki çocuğun annesi der ki "oğlum dünyaya geldiğinde beni öyle bir nur sardı ki, onun aydınlığında arzın öbür ucuna kadar her şeyi gördüm. Bu neye delalet eder? Halime, safçasına sorup sevap beklerken bir çılgınlıkla karşılaştı. Sakalının her kılından kötülük akan yaşlı şahıs, yerden bir avuç toprak alıp başına saçtıktan sonra gözünü, göğün derinliklerine dikip ağlayıp haykırmaya koyuldu ve merhametsiz çatlak dudaklarından mel'unca laflar döküldü: -Ey Ehl-i Huzeyl bu çocuğu öldürün! O büyüdüğünde bütün dünyaya hükmedecektir. İlahi emri alacağı günü bekliyor!... Sütanne dehşetli korktu ve sür'atle karanlık bakışlı ihtiyarın yanından ayrılarak kervanla birlikte Badiye'ye vasıl oldular. Yetimliği yüzünden kimsenin almadığı yavru, Haris'in evine geldikten sonra bu hane, her türlü sıkıntıya uzak oldu. Yokluğun yerini bolluk almış, üzüntüler neş'eye dönmüştü. Develeri, koyunları bol süt veriyordu. Bütün Beni S'ad kabilesinin sürüsü aynı kırlarda yayıldığı halde öteki koyunların bitkinliğine mukabil Haris'in hayvanlarındaki bu canlılık, komşularda kendi çobanlarına karşı kızgınlığa yolaçıyor ve onları beceriksiz buluyorlardı. Beni S'ad erkekleri, koyunları sütsüz ve bir deri bir kemik gördükçe çobanlara çıkışıyorlardı. -Haris'in çobanı hayvanlarını nerede otlatıyorsa siz de bizimkileri oraya götürün!... -Evet, sürüyü aynı yerlerde gezdiriyoruz. Lakin bizimkiler böyle, onlarınki öyle... -Sebeb? -Siz bilmezsiniz biz hiç bilemeyiz!.... Beni Sa'd mensupları beyhude üzülüyordu. O, bütün aleme rahmet olarak gelmişti ve oraya varışının bereketi albette zuhur edecekti. Nitekim, kısa bir süre sonra Badiye yaylasında ne kıtlık kaldı, ne sıkıntı, ne kuru ağaç... Tabiat yeniden renk renk, koku koku canlandı. Solgun yüzlere kan, kaygılı kalblere şevk geldi... Halime anne, O'nun üstüne titriyor... Alehisselatü vesselamü vettehiyye. Gül Bebek GÜL, MUHAMMEDİN KOKUSUNA GIPTA EDER KOKUMU O'NUN TERİNDEN ALDIM DER Gelişi ile kurak Badiye yaylasını bolluk ve berekete kavuşturan istikbalin şanlı Peygamberi, gül kokulu bebbek, derin seziş ve engin kavrayışlı sütannenin ihtimamında büyüyor. Halime ve kocası, gül kokulu bebeğe hayran ve vurgunlar... O'nu ilk tanıdıkları dakikadan bu tarafa harikuladelikler artarak devam ediyor. Görünüşe sütannenin engin titizliğinde, hakikatte ise ilahi himayede büyüyen insanlığın sultını sallallahü aleyhi ve sellem, iki aylık iken emeklemeye başladı; üçüncü ayda ayakta durabildi. Dördüncü ayda duvara tutunarak yüküyebildi. Yedi aylık olduğunda sağa-sola gidebiliyordu. Konuşmaya başlaması da Peygamberliğine müjde taşıyan başka bir hikmet... sekiz aylıkken anlaşılacak kadar, dokuzuncu ayda açık bir lisanla konuştu. Konuştuğumda ilk defa ve yüksek sesle: -La ilahe illallahü vallahü ekber. Velhümdülillahrabbil alemin / Kendinden başka ilah olmayan alemlerin Rabbine hamdolsun, dedi ve bundan sonra "Bismillah" demeden hiçbir işe başlamadı. On aylık olduğunda, ok atan öbür çocuklarla beraber O da ok atıyordu. Yayla ahalisi hayrette: -Sen kimsin ey çocuk? diye soruyorlar. Harika çocuk: -Ben arabın en hayırlısıyım. Harbde bahadır, mızrak atmada kuvvetliyim. Güzel ve haybetli görünüşlüyüm. Künyem, Abdülmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed'dir. İki yaşına geldiğinde, dört yaşındaki bir çocuk gibi gürübüz ve kopumluydu. Daha o yaşlarda mübarek işlerde sadece sağ elini kullandığı dikkat çekiyor. Hazret-i Halime anlatıyor: -Benden iki sene süt emdi. Bu zaman zarfında daima tertemizdim. Ak-pak yavrum, gece ve gündüz muayyen vakitlerde ihtiyacını görür, temizliği gaibden yapılırdı. Allahü teala ekber kebiren, velhamdülillahi kesiren ve sübhanallahi bükreten ve asilen / Allah, büyüklerin en büyüğüdür. Övgülerle en çok övülmek Allah'a mahsustur. Sabah ve akşam noksan sıfatlardan tenzih ve kemal sıfatları ile tavsif edilerek, tesbih edilmeye layık olan ancak Allah'tır. Sevgili makamındaki asil çocuğun sütten kesildiğinde bu duayı okuduğunu yine Halime anne haber veriyor. O'na sallallahü aleyhi ve selme, hizmet etme devlet ve nimetine eren aziz sütanne, gözlerinde saadet ışığı; inciden kelimelerle anlatmaya devam ediyor: Diğer çocuklar gibi kat'iyyen ağlayıp yaramazlık yapmazdı. Cıvıl cıvıl oynayan küçüklerin bu çekici oyunlarına katılmaz ve "biz, oyun için yaratılmadık" derdi. Sonraki yıllarda bizzat Sevgili Peygamberimiz, doğumlarına dair bir vak'ayı şöyle dile getirmişlerdir. -Dünyaya geldiğim Pazartesi gecesi Yüce Allah, yedi kat göğü meleklerle doldurdu ki sayılarını kendisinden başka kimse bilmez. Bu melekler, kıyamete kadar tesbih ve takdis ile meşgullerdir. Sevabını ismim söylendiği vakit isteyerek ve severek bana salevat okuyanlara abağışlarlar. / Allahümme salli ala Muhammedin fil evvelin vel ahırin ve fi meleil a'la yevmiddin/ Babasız diye herkesin almaktan kaçtığı yetim sebebiyle, bu yayla evi bolluk ve bereketten yüzüyordu. Ne kadar mes'ud ve ne kadar huzurlu idiler... ama eşsiz çocuk, artık sütten kesilmişti. Bu ise O'nun dönüşü demekti. İki sene ne de çabuk geçmişti. Varlığı sadece o muhterem aileye değil, bütün kabileye ilahi rahmetin inmesine vesile oluyordu. Halime, Haris ve çocuklarına ondan uzak kalmak ve güneş yüzünü görmemek çok zor geliyordu... Nur yavruyu yüreklerine oturan bu acı duygularla Mekke'ye getirdiler. Halime, ince ve zarif arabçasıyla efendimizi annesine sevgisinin bütün sıcaklığı ile anlata anlata bitiremedi. Annelir en şanslısı ve en ulvisi, şüphesiz memnun ve mütebessim ve belki de gözlerinde billur damlalar: -Oğlum yüksek şan sahibidir. Halime anne: -Vallahi, yavrunuzdan daha üstün bir insan görmedim, diyerek Amine hatunu doğruladı. Ve bundan sonra pırlanta çocuğu yine beraberinde götürmek için dökmedik dil bırakmadı.. Mekke sıcaktı, veba hastalığı yaygındı. Çocuk farklı iklimden geliyordu. Allah, muhafaza buyursun sıhhatine bir zara olabilirdi. Amine ciğerparesine olan derin hasretini birazcık olsun dindirdikten sonra; yerlerde ve göklerde övülen, O'ndaki bu muhabbet ve ikna kabiliyeti sebebi ile yine kadir-kıymet sahibi, insan evladı Halime'ye emanet etti. Sütanneyi dinleyelim: -O hazret-i alarak yurdumuza yöneldik. Yolda giderken Habeş hıristiyanlarından bir grup ile karşılaştık. Kainatın seçkini, hemen dikkatlerini çekti. Evladımı bir zaman süzdükten sonra bizi sual yağmuruna tuttular; ve sırtına bakarak mührü ve ceylan gözlerindeki hafif kırmızılığı gördüler. Oğlunuzun göz ağrısından şikayeti olur mu? -Hayır, hiç olmadı. -Bu çocuğu bize verir misiniz? Karşılığında ne isterseniz ödemeye hazırız. Bizim kitabımızda "dünyaya gelecek bir Peygamber kaldı" diyor. O peygamber, ya geldi veya gelmesi yakındır. Çocukta bildirilen Peygambere ait izler görüyoruz. Taklifimize razı olursanız bize büyük iyilik etmiş olursunuz. Halime ve kocası, bu ıssız yolda karşılarına çıkan adamlardan bayağı korkmuşlardı. Bu sebeple son sür'at oradan uzaklaşarak evlerine gidene kadar hiç durmadan hayvan koşturdular. Badiye'ye sabah serinliğinde ve büyük yorgunluklarla girmişlerdir. Halimelerde huzur şimdi yine elle tutulacak kadar canlı. Çünkü O, dönmüştü... Esselatü vesselamü aleyke ya Resulallah. Beyaz Elbiseli Üç Kişi TERLERSE GÜLLER OLURDU HER TERİ HOŞ DERLERDİ TERİNDEN GÜLLERİ Mevlid'den Efendimiz üç yaşındalar. Halime anne, O'nu bir gözünden öbürüne vermiyor. yabanın kurdu uğursuzu var. Büyüklüğüne bunca iz, işaret bulunurken, emsalsz emanetin kılına ziyan gelmemeli. O'nu korumak, O'nu istikbale teslim etmek, zamana karşı, insanlığa karşı ve ebedi nizama karşı kabullenilmiş şerefli bir borç. Bu sebeple uyanık kalbli kadın, gözünü efendimizin üzerinden ayırmıyor... ama öz çocukları sadece akşamları evdeler. Bu durum kainatın baş tacının dikkatinden kaçmaz. Niçin? -Onlar, yavrum, gündüzleri koyun gütmeye gidiyorlar. Çobanlık yapmak... renk renk çiçeklerin açtığı; kelebeklerin, mutluluğu arılarla paylaştığı, hür rüzgarlı, hür ufuklu kırlarda yumuşak adımlarla yayılan koyunların peşi sıra gitmek; kardeşleri ile onları otlatmak, bir yamaçta güneşin ılık sıcaklığında eldeki çabukla toprağı çiziştirmek ve ucsuz bucaksız fezaya bakıp öteleri! düşünmek! Anneciğim, beni de kardeşlerimle yolla. Ben de koyun gödeceğim... Sütanne bin dereden su getiriyor. Ama ne söylüyor, ne anlıtıyorsa mümkün değil. O'nda bir kere bu arzu doğmuştur. Annecik nasıl dayanır artık. -Ey gözümün nuru? Demek sen de koyun gütmeye gitmek istiyorsun öyle mi? Cevap tek kelime: -Evet. Ertesi gün, güneş, sanki daha bir aceleyle tepeleri aşarak yükseliyor. Güneş, güneş olmaktan çıkmış; duru duru gülümseyen bir yüz gibi. O'na kırların ıtırlı ikliminde büseler konduracağına mı seviniyor acaba? Güneş doğup, her tara ışıl ışıl olduğunda Halime anne, melek yavrucuğu ipek uykulardan uyandırıyor. Ve giydirip taradıktan sonra kardeşlerine emanet... evvela Allah'a sonra kardeşlerine emanet!. Elinde sopası ile efendimiz de aralarında olduğu halde çocuklar, neş'e içinde hayvanları alarak evden ayrıllıyorlar; fakat fazla uzağa değil. Anne evden açılmayı yasaklamıştır. Zira şimdi o var aralarında; en üstün ve en kıymetli olan: Zaman, böylece akıyor. Havanın sıcak olduğu bir gün kuşluk vaktinde Halime, tam, Peygamberimizi düşünüp güneş çarpmasından korkarken süt kardeşlerden Şeyma, koyunların yanından çıka geldi. O Şeyma ki, Sevgili Peygamberimiz Allah'ın Resulü olduğunu tabliğe başlayacağı zaman, Peygamberliğine ilk iman edenlerden biri olacak ve müşriklerin, mü'minleri hiç bir mal alıp satmayarak onları ticari ve iktisadi ablukaya aldıkları günlerde, şahsi gayretleri ile bunu kırmaya çalışıp, müslümanlara yiyecek temin edebilen bir kahraman kadın... Muhammed aleyhisselam için yazılmış en içli kasidelerden biri Şeyma radıyallahü anha hanıma ait. Şeyma'cık, efendimizi bırakıp gelince annesinde merak ve telaş. -Şeymacığım! Göz bebeğim Muhammed nerede? -Sahrada anneciğim. -Aman yavrum! O ciğerim bu sıcakta sehrede nasıl kalır? Anne, kızgın güneşin, nur çocuğa ziyan vermesinden endişeli... Şeyma, bir mucizenin şahidi. Görüp işitilmedik bir olayı anlatıyor: Anneciğim, güneşten kardeşime hiç bir zarar yok. Çünkü başının üstünde bir bulut, kendisini takip ediyor. Nereye gitsek bulut üstümüzde. Duruyoruz duruyor, yürüyoruz yürüyor. İlahi fermanla emir almış bir beyaz bulut, peygamberlerin efendisini kavurucu sıcakta serin gölgesine alarak O'nu ve yanındikelir muhafaza ediyor. Halime'nin içi yine rahat değil. -Dediğin doru mu? Allah için söyle kızım! -Vallihi sahi söylüyorum. -Bunun üzerine sütanne tatmin oluyor ve Peygamberimizi korktuklarından Allah'a ısmarlıyor. İki-üç ay böyle geçti. Bir gün öğle üzeri efendimiz akranı olan çocuk ve süt kardeşleri ile bir vadideler. Çocuklar oynuyor, Habibullah da onları seyrediyor. Tam bu sırada öyle bir şey oldu ki küçükler akıllarını yitirecekler . Çığlık çığlığa bağrışıp oradan kaçıyorlar: Sicim gibi göz yaşı döküp evine koşanlardan biri de Damra: -Anneciğim kardeşime bir şeyler oldu. Çabuk koşun! Halime, feryadlar içinde Damra'ya soruyor. -N'oldu oğlum durma söyle!!! Damra boğularak anlatıyor, -Koyunların yanında idik. Birden bire gökten beyaz kıyafetli üç kişi indi. Kardeşimi aramızdan aldıkları gibi tepeye çıkardılar ve sırt üstü yatırarak bıçakla karnını yardılar. Öldü mü, yaşıyor mu bilmiyorum!!! Bundan daha kötü haber olamazdı. Halime ve Haris'in kan beyinlerine sıçradı. Bir nefeste söylenen yere vardılar. Devamını Halime'den dinleyelim: -Koşa koşa vadiye geldik. Yüksek bir yere oturmuş, göğe doğru bakıyordu. Tabessüm eden güzel çocuğumun yüzü al al olmuştu.Alnını ve gözlerini öperken sordum: -Ey gözümün ışığı, ey alemlere rahmet oğlum.Ne oldu, seni kim rahatsız etti? İki cihan güneşinin kendi ifadelerinden anlıyoruz ku; gonca gül, kuzuları güderken beyaz elbiseli üç şahıs görmüştür. Birinin elinde gümüş bir ibrik, birinde içi kardan daha beyaz bir madde ile dolu zümrüt bir leğen vardı. O muhteremlerin en muhteremi Sallallahü aleyhi ve sellem'i vadiden zirveye iletince beyaz giyimli bu kimselerden biri, fahri kainatı usulcacık sırt üstü yere uzatır. Ve göğsünü göbeğine kadar yarar. Mübarek efendimiz hiç bir acı ve elem hissetmeden ameliyatı sürmeli gözleri ile takip ederler. Bu melek, elini sokarak iç organlarını çıkarıp kar gibi olan o sıvı ile yıkadıktan sonra tekrar yerlerine kor. Birinci meleğin işi bitince ikinci melek, birinciye; Kalk! der, ben de hizmetimi eda edeyim, ilk meleğin kenara çekilmesi ile ikinci melek, elini uzatarak peygamberimizin kalbini yerinden çıkarır ve iki parçaya ayırdıktan sonra içinden pıhtılaşmış siyah bir kan parçasını alıp atar. Kalb üzerinde yapılan bu çalışmanın ardından iknici melek sırtüsütü yatan azizler azizine: -Vücudunda şeytanın nasibi bu idi. O'nu atmakla seni şeytanın vesvese ve hilesinden emin ettik, anlamında bilgi arz eder. Aynı melek, daha sonrra sevgili efendimizin sağ ve sol taraflarından bir şey alır gibi bir hareket yapar. Bu sırada elinde nurdan bir mühür vardı. O kadar güzel bir mühür ki gören hayranlıktan kendini alamazdı. Allah'ın resulünü dinleyelim: -Bu nurdan mühürle kalbimi mühürledi. Ondan sonra kalbim nüvüvvet ve hikmet nuru ile dopdolu oldu. Rahmet yuvası kalbi nurdan mühürle mühürlendikten sonra yerine iade ettiler. Halime ve Haris yanına vardıklarında, mübarek yavru mührün soğukluğunu hala vücudunda hissediyor. İkinci meleğin işi bitince üçüncü melek, elini yarılan yere kor ve o an yara iyileşir... Beyaz elbiseli bu üç kişi, daha sonra nazlı yavrunun elini ve yüzünü öperek ona güzel şeyler hazırlandığını müjdeler ve mavi gökte kaybolup giderler. Yaranın izi hala farkedilebiliyor. ............ Sevgili Peygamberimizi oradan alarak eve getirdiler Halime anne, çocuklarına: Kardeşinizi bundan böyle dışarı götürmeyin! Tenbihini yaptıktan sonra beyine: -Bu saadetli çocuğu annesine götürelim. Aklına ziyan gelmesinden korkuyorum. Ne dersin, yol hazırlığı yapalım mı?... Ardarda gelen mucize ve harikalar, artık Halime'nin gözünü korkutmaya başlamıştır. Olayların kendilerini aşmasından çekiniyor. Bu yüzden rahat değil.. Haris; -Bundan daha mübarek bir çocuk doğmamıştır. Ne aklına bir ziyan gelir ne de bir şey, müsterih ol! Elde ettiğimiz saadet bunun bereketiyle. Ne var ki, bizi hased edenler olabilir. Zira kabilemiz, önceki halimizi gayet iyi biliyor. Fakir iken, üçyüzbüş koyunu olan hatırlı bir aile haline geldik. mümkündür ki dar gözlüler bir fenalık düşünebilirler... -Öyleyse O'nu alarak kahine danışayım. Bunu duyan Sevgili Peygamberimiz, rahat olmalarını, gayet sıhhatli ve zannedilen kusurlardan uzak olduğunu her ne kadar söyledi ise de olanları işiten eş dost, Halime'yi kahine giderek, bir cin etkisi olup olmadığını tahkik etmesi için zorladılar. Kahin, efendimizi konuşturarak, vakaları kendisinden dinliyor, Ama dinledikçe karanlık gözleri dışarı fırlayacak gibi... kulaklarına inanamıyor. Mübarek yavru, daha sözünü bitirmeden çirkin sesli büyücü, O'nu kaptığı gibi kucağına alarak meydana fırlıyor ve bas bas bağırıyor: -Ey araboğulları! Başınıza bir bela gelmek üzere, Bu çocuğu öldümezseniz; büyüdüğünüzde dininize bozuk diyecek, sizi yeni bir dini kabule çağıracaktır. Bunu şimdiden ortadan kaldırın! Hem O'nu, hem beni öldürün!!!.. Saf ve temiz Halime anne, bu beklenmedik çıkış karşısında afallamış. Çocuğu adamın kirli ellerinden çektiği gibi: Delinin tekiymişsin. Bilseydim semtine uğramazdım. O'nu değil seni katletsinler!... Süt anne o dakikaları şöyle resmediyor: -Allah için söylüyorum; nereye uğrasak, nereden geçsek, hangi sokağa girsek ve hangi meydana gelsek mübareğin güzel kokusu, burcu burcu yükselerek dört bir yanı tutuyor ve buralardan günlerce silinmiyordu....

1 yorum:

  1. Allah razı olsun abi...güzel işler derdindesin mutlu oluyorum ;)

    YanıtlaSil